2 Mart 2019 Cumartesi

2019 YILI TÜRKİYE VE DÜNYA GÖSTERGELERİ // HASAN VE HANS., Özgürlük Seviyesi, 2018 (100 = en özgür)., Halkın temel tüketim maddelerindeki vergi:., Halkın "Lüks Tüketim Ürünlerindeki" vergi ..


2019 YILI TÜRKİYE VE DÜNYA GÖSTERGELERİ

HASAN VE HANS
Hasan hep 50 liralık benzin alıyor!
Hasan 50 TL'ye;
2000'de 85 litre
2012'de 11 litre
2019'da    7 litre benzin alıyor.

Hans da hep 50 €'luk benzin alıyor!
Hans 50 €'ya;
2000'de 34 litre
2012'de 36 litre
2019'da 38 litre benzin alıyor...

Özgürlük Seviyesi, 2018 (100 = en özgür)
Finlandiya: 100
İsveç: 100
Kanada: 99
Japonya: 96
Almanya: 94
İngiltere: 94
ABD: 86
Hindistan: 77
Meksika: 62
Nijerya: 50
Türkiye: 32
Rusya: 20
Çin: 14
(Freedom House)

Halkın temel tüketim maddelerindeki vergi :
Yat                  : %0 ÖTV
Pırlanta          : %0 ÖTV
Elmasta          : %0 ÖTV
Kürklerde      : %0 ÖTV

Halkın "Lüks Tüketim Ürünlerindeki" vergi :
Su                   : 5 çeşit vergi
Elektrik          : 7 çeşit vergi
İnternet          : 7 çeşit vergi

26 Ocak 2019 Cumartesi

5 Aralık 2018 Çarşamba

TÜRKİYE'NİN ACİL SORUNLARI Şerafettin BAKIRDÖVEN

TÜRKİYE'NİN ACİL SORUNLARI

Şerafettin BAKIRDÖVEN
Ankara, 28 Kasım 2018
1- Ülkemizin öncelikle güvenlik yani beka sorunu vardır. Bu sorunun çözülmesi siyasilerin yani akil insanların birlikte ortak çözüm üretmeleri ve bunları yaşama geçirmeleri ile olur.

Ülkemizde de Amerika ve Avrupa’da olduğu gibi çok uzakları gören dev politikacıların yetişmesi ile olur. Yoksa bu kadim millet büyük Atatürk gibi dâhileri beklemek zorunda olmamalı.

2- Ülkemiz bütün ülkelerle dostane ilişkiler kurmalı, yetişen iyi eğitimli kişilerle Dünya’daki en son teknolojileri ülkemize getirebilmeli ve bu teknolojileri örnek alarak daha iyilerini yapabilmeliyiz.

3- Silahlı kuvvetlerimizi en son teknolojilerle donatıp, bunların hepsini de yapacak düzeye gelmeliyiz ve sadece caydırıcı güç olarak kullanmalıyız.

4- Topraklarımızın değerini bilip, erozyona maruz bırakmadan en iyi verimi almalıyız. Denizlerimizden de en iyi şekilde yararlanmalıyız.

5- Gençlerimizi kabiliyetleri ölçüsünde en iyi şekilde yetiştirip istihdamlarını sağlamalıyız ve beyin göçünü vermemeliyiz.

6- Yurt içinde ve yurt dışında ülkemiz aleyhine faaliyet gösteren kişileri tespit edip, faaliyetlerine son vermeliyiz.

7- Din ve devlet işlerini karıştırmamalıyız ve halkı buna alet etmemeliyiz.

8- Gelir dağılımına adaletli bir şekilde olmalı ve insan kayırmacılığına son verilmeli. Bir işi hak eden kişi hak ettiği yere getirmelidir.







21 Kasım 2018 Çarşamba

GENEL DURUM DEĞERLENDİRMESİ "Zeki ŞAHİN Akademisyen İşletmeci-Ekonomist.Ankara" + ENFLASYONİST EKONOMİ POLİTİKASINA DÖNÜŞ - Türkiye, çok kültürlü, çok dinli ve çok uluslu büyük bir imparatorluğun asıl murisi konumundadır. Bu itibarla, yenilenlerin uğradığı tüm olumsuz muamelelerin asıl hedefi olmaktan kurtulamamıştır.

GENEL DURUM DEĞERLENDİRMESİ
Türkiye dünya üzerindeki gelişmelerden en fazla etkilenen ülkelerden birisidir. Bu durumun çok farklı nedenlerinden bazılarını dikkate alırsak, ülkenin ne kadar hassas ve kırılgan dengeler ile bağlantılı olduğunu daha iyi anlayabiliriz.
1. Türkiye, çok kültürlü, çok dinli ve çok uluslu büyük bir imparatorluğun asıl murisi konumundadır. Bu itibarla, yenilenlerin uğradığı tüm olumsuz muamelelerin asıl hedefi olmaktan kurtulamamıştır.
2. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, dünyada bir İslam ülkesi olarak algılanmaktadır. İmparatorluğu yıkan galiplerin vesayeti ile, eski imparatorluk toprakları üzerinde kurdurulan tüm ülkelerin yönetimleri, birbirine zıt politik tavırlar almaya zorlandıkları gibi, bu ülke halkları da birbirine karşılıklı düşmanlık ile yetiştirildiklerinden, ülkeler halkları arasında karşılıklı bir güvensizlik uzun yıllar egemen olmuştur. Yakın zamanlarda bu durumu düzeltmek için yapılan karşılıklı gayretler müstevlilerin siyasi emelleriyle bağdaşmadığı için, savaş, iç savaş ve genel bir kargaşa ile otorite boşluğu oluşturulmuştur.
3. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, dünyada bir Türk ülkesi olarak algılanmaktadır. Sovyetler Birliği yıkılıncaya kadar olduğu gibi bugün dahi Ruslar nezdinde olağan şüpheli ve Çin tarafından öteden beri şüpheli olarak görülmekle birlikte imparatorluktan kopan tüm ülkeler ile Avrupa ülkeleri nezdinde nasıl görüldüğümüz ya da nasıl gösterildiğimiz ise herkes tarafından bilinen acı bir gerçektir..
4. Dünyada yeni bloklar ve kutuplaşmalar hızla gelişmektedir. Avrupa Birliği ve Nafta ittifakına karşılık Şanghay İşbirliği Örgütü, Brics Ülkeleri gibi ekonomik temele dayanan bloklar yanında Nato blokuna karşılık Rusya Federasyonu liderliğinde eski Sovyet Bloku ülkelerinden bazıları ile yeni bir askeri ve savunma işbirliği geliştirilmektedir. Bugün Avrupa Birliği ülkelerinde de bir “Avrupa Ordusu” fikri, doğrudan Avrupa'daki ABD askeri varlığını ve fiili işgalini hedef almaktadır.
5. Dünya, çok uzun bir süredir, bizi de kapsayan, taşeron devletler ve terör örgütlerü eliyle fiili bir üçüncü dünya savaşı içerisindedir. Tüm İslam ülkeleri fiilen iç savaşlar ile harap edilmekte hatta cephe savaşlarına zorlanarak karanlık çağın feodal sistemlerine benzer birbirine düşman eyaletler, şehir devletler veya kantonlara ayrılmaya doğru götürülmektedir. Türkiye için de benzer bölünme ve parçalanma planları gözler önündedir.
6. Dünya, global sermayenin işbirliği ile devlet yönetimlerini etkisizleştiren ve tüm ülkelerde çok uluslu şirketleri ve yerel uzantılarını egemen kılan bir anlayışın sonucu olarak, merkezi devlet otoritelerini ortadan kaldırmaya yönelik bir zorlama ile karşı karşıyadır. Türkiye bu akımın sonucu olarak tüm ulusal varlıklarını özelleştirme adı altında, yabancı sermaye gruplarına devretmiş bulunmaktadır. Bunun doğal bir sonucu olarak, kamu adına devlet denetiminin tamamen ortadan kaldırıldığı da bir gerçektir.
7. Türkiye, İslam ülkeleriyle mevcut olan tarihi ve kültürel bağlarını da kullanarak ekonomik yönden geliştirmeye çalıştığı bağlantılarının, bu ülkelerdeki kargaşalar, savaş ve rejim değişiklikleriyle sekteye uğramasından büyük zararlar görmüşken, en önemli ihracat pazarı olan Rusya Federasyonu’nun petrol gelirlerinin azalmasıyla ortaya çıkan olumsuz koşullarıyla da mücadele etmek zorunda kalmıştır. Benzer bir durum İran, Irak, Libya, Cezayir, Sudan ve Afrika ülkeleri için de söz konusudur. Özellikle Arap Baharı furyasında tüm müteahhitlik hizmetleri durmuş, müteahhitlere ait alacaklar askıda kaldığı gibi müteahhitlerimize ait araç ve makine parkları yağmalanmış ya da tahrip edilmiştir.
8. Türkiye, Kıbrıs sorununu uluslararası boyutta hala çözemediği gibi, Doğu Akdeniz’de bulunduğu iddia edilen petrol ve doğal gaz yataklarının aranması ve işletilmesi konusunda uğradığı yalnızlaşma yanında, 16 yıllık ve muhafazakar olduğunu iddia eden AK Parti Hükümetleri dönemlerinde de Kıbrıs’lı soydaşlarımızın yakından görerek incindiği, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde sosyal huzursuzluk ve kültürel bozulmayı hızlandıran mafia, kumar, uyuşturucu ve beyaz kadın ticaretinin önlenmesi konularında olumlu yönde hiçbir adım atmamış ve atılmasını sağlayacak bir politika izlememiştir. Bu durum Kıbrıs sorununun içeride ve dışarıda Türk toplumu lehinde çözülmesine en büyük bir engeli teşkil etmektedir.
9. Türkiye temsilde adaleti sağlamayan bir seçim sisteminin ağır baskısı altında, azınlığın çoğunluğa tahakkümü altına girmiş bulunmaktadır. Hiçbir siyasi parti veya akım bu durumun değişmesi ve temsilde adaleti gözeten yeni bir seçim sistemine geçilmesi gereğini ağzına dahi almamaktadır. Seçimlerde uygulanan yüzde 10’luk barajın ise makul bir seviyeye indirilmesi herkesin üzerinde mutabık kaldığı bir konu olmasına rağmen yasama ve yürütme organı tarafından bu durum benimsenerek halen sürdürülmektedir. Esasen Başkanlık Sistemi ile ortaya çıkan fiili durum Meclisin Milleti temsil kabiliyetini örtadan kaldırmıştır.
10. Ülke nüfusunun büyük bir kısmı ekonomik hayattan dışlanmış bulunmaktadır. Bunun doğal sonucu olarak halkın büyük bir kısmı sosyal ve siyasi hayatta rol alamaz, durumunu ifade edemez ve aleyhinde gelişen akibeti değiştiremez bir hale getirilmiştir. Nüfusun 26 milyonu öğrenci konumunda oyalanmaya mahkum edilerek, üretimden uzak ve tüketici konumunda, işsiz-güçsüz ve adeta “hayta” bir konumda tutulmaktadır. Nüfusun 10 milyonu yeşil kart hamili olarak kayıtlara geçmiştir. Bunların işsiz-güçsüz ve herhangi bir sosyal güvenceden yoksun ve tamamen yoksul bir kesimi göz önüne getirdiği dikkate alınmalıdır. Kayıtlara göre 10 milyon emeklinin de ekonomik hayattan kopuk ve yeşil kartlılar gibi tüketici durumunda olduğunu izaha gerek yoktur. İşsizlik oranı her ne kadar yüzde 11 olarak açıklansa da bu oranın gerçeği yansıtmadığı; çalışma çağındaki öğrencilerin, yeşil kart hamillerinin ve çalışma çağında olmasına rağmen iş aramaktan vaz geçenlerin ve sürekli bir işi olmamasına rağmen ayda birkaç gün ve hatta birkaç saat çalışanların dahi işsiz olarak bu orana dahil edilmediklerini düşündüğümüzde bu aslında işsizlik oranının yüzde 30’u bulduğunu söyleyebiliriz. Çalışıyor görünen 18 milyon kişinin ise asgari ücretli olduğunu da unutmamalıyız. 2003 yılında, AB uyum süreci gereği denilmesine rağmen, gerçekte global sermayenin isteği doğrultusunda AKP Hükümeti tarafından çıkarılan İş Kanunu ile getirilen ve çıkarılan yönetmelikle uygulamaya konulan “Özel İstihdam Büroları” ile tüm ülke, her türlü sosyal güvenlik hakkından mahrum insanların oluşturduğu, açık bir “amele pazarı” haline getirilmiştir. Bu sayede, işçi örgütlenmesi ve sendikal haklar mazide kalan bir hatıra haline gelmiştir.
11. Türkiye’de uzun yıllar halkın tasarruf meylinin çok düşük olduğu mektepli iktisatçılarca iddia edilegelmiştir. Geçimini zor sağlayan ve kıt kazancıyla borç-harç yaşayan bir toplumdan tasarruf beklemenin anlamsızlığından hiç kimse bahsetmemiştir. Halkın 35 milyona yakın bir kısmı, sistemli olarak işsiz bırakılarak, üretime hiçbir katkıda bulunmasına adeta izin verilmezken, sosyal yardımlarla ayni ve nakdi olarak desteklenerek hayatlarını idameye adeta mecbur bırakılmışlardır. Bunun finanse edilmesi için dışarıdan ve içeriden alınan döviz borçları karşılığı olarak para basılmış, bu sayede ekonomik yapıda ciddi üretim düşüşlerine meydan verilmiş, kredilendirme ve borçla yaşamaya alıştırma ile ekonomik yapıda bir depresyon yaşanmasının engellenmesi, ekonomi-politik bir tercih olarak benimsenmiştir. Bu durum yeni borçlanmalara yol açan ve uzun süre sürdürülebilirliği şüpheli bir vesayet rejimidir. Halkın genetik karakteristiği bu uygulamaların bir sonucu olarak, zaman içerisinde olumsuz yönde değiştirilmektedir. Ahlak kurallarına bağlı ve saygılı olan toplum yapısı, fırsatçı ve kap-kaççı bir ahlaksız karakter yapısına doğru şağrtlandırılmaktadır.
12. Türkiye’de halk, yürütülen ekonomik politikalar doğrultusunda biçimlendirilen sosyal yapıda “efendi-köle” ilişkisine zorlanmaktadır. Bunu kanıksayacak bir toplum yapısı, metropol şehirlerde bilhassa toplu taşıma sistemlerinin yetersizliğinden sıra-saygı ilişkisi törpülenerek de hızla oluşturulmaktadır. İşsizlik ve çaresizlik darboğazında sıkıştırılan geniş halk kitleleri “gemisini kurtaran kaptan” anlayışıyla aile bağlarından bile koparılmakta, genç kızlar kendilerini kurtarma ümidiyle kurda kuşa yem olmakta ve hiç küçümsenemeyecek sayıda bir gençlik zümresi, çok erken yaşlarda, yaşadıkları bunalımdan kurtulmanın geçici de olsa tek çaresi olarak görebildikleri, uyuşturucu ipine sarılarak heba olmaktadır.
13. Türkiye’de ölçülebilen ekonomik değerlere bir göz atacak olursak;
İç borç stoku : 200 milyar ABD Doları
Dış borç stoku: 460 milyar ABD Doları Milli gelire oranı % 59,5
İç ve Dış Borç Toplamı: 660 milyar ABD Doları
Toplam ihracat: 160 milyar ABD Doları
Toplam ithalat: (Tahmini) 200 milyar ABD Doları olarak görülmektedir.
Bu rakamlar geçtiğimiz diğer on yıllarla kıyaslandığında çok ciddi bir ekonomik büyüklüğü göstermekle beraber, ekonomik bir vesayet altında olduğumuzun somut bir delilidir.
Öyle görülüyor ki Hükümet, iktidarının ömrünü iç ve dış borçlanma miktarını arttırarak ve bu şekilde iç ve dış güç odaklarına millet kesesinden faiz adı altında haraç ödeyerek uzatma gayretindedir.
Türkiye bu ağır borç yükünü kısa dönemde üzerinden silkip atacak bir durumda değildir. Her ne kadar IMF boyunduruğundan kurtulmuş da olsak, çalışma çağındaki atıl işgücü kapasitemizi harekete geçiremediğimiz takdirde, bu vesayetin yükü altında ezilmeye devam edeceğimiz görülmektedir. Bugün ulaşmış olduğumuz ekonomik büyüklüğü kısa zamanda katlayarak aşabileceğimiz yeterli bir nüfusa, ulaşım ve iletişim alt yapısına, üretim için gerekli eğitilmiş iş gücüne sahip olmakla birlikte, yüksek teknolojik imkanlara, yeterli enerjiye ve milli sermaye gücüne sahip olmadığımızı ve buna göre değerlendirme yapmak zorundayız.
14. Türkiye, kısa vadede, İş Kanununu değiştirerek global sermayenin dayattığı efendi-köle düzenine geçişi sağlayan taşaron sistemini ve özel istihdam bürolarını ortadan kaldırarak halkının eşit vatandaşlık hakkını tekrar teslim etmeli, metropollerde temerküz eden memur düzenini zorunlu rotasyon uygulamasını başlatarak ıslah etmeli ve mevcut devlet memuru istihdamını iki katına çıkararak, eğitimli iş gücünü yeni istihdam alanları yaratarak verimli ve üretken bir hale getirmeli, üretimi destekleyen ve geliştiren devlet anlayışını yeniden tesis ederek halkına güven vermelidir. Devlet memuru kadrosunun genişletilmesi hem güvenlik hem de toplumsal uzlaşma ve kaynaşma bakımından hayati önem taşımaktadır.
14. Dünyada global sermayenin zorlamasıyla gelişen şirketokrasiye, devletsizleştirmeye ve bölünerek küçülmeye karşı duracak yeni bir anlayış ile harekete geçmek zorundayız. Bunun için milli ve yerli bir planlama sürecine ihtiyaç vardır. Öncelikli hedefimiz birlik ve beraberliğin devamı için kamu otoritesinin yeniden yapılandırılarak tesisi ile, öncelikli ihtiyaçların tespiti ve telafisi için gereken alt ve üst yapının oluşturulması ile, dünyadaki yerimizin uzlaşmacı yaklaşımlarla pekiştirilmesi yanında, tehdit unsurlarının devletler ve bloklar arasında yeniden belirlenecek işbirliği ve entegrasyon süreçleriyle teminat altına alınmasına gayret göstermeliyiz. Bu çalışmaların içeride ve dışarıda ortaya çıkaracağı riskleri gözde alacak bir devlet politikası kararlılığının, Anayasa’da belirlenen değişmez kurallara bağlı kalarak, yeniden belirlenecek bir kurallar manzumesi ile yenilenecek bir Anayasa ve yasalar ile düzenlenmesi sağlanmalıdır.
15. Türkiye devletinin 1980 İran’dan gelen, 1989 yılında Bulgaristan’dan gelen, 1989 yılı sonundan itibaren başlayıp günümüzde dahi süren eski S.S.C.B. uyruklu, 1991’de Irak’dan gelen ve son iki yıl içinde Suriye’den gelen mültecileri ülkeye kabul etme, yerleştirme ve vatandaşlığa kabul etme politikaları, nüfus yapımızı olumsuz etkileyerek, tamamen ülke düzenini sarsacak boyutlara ulaşmış, 10 milyon kişi civarında ülkeyi sahiplenmeyen ve ayrılıkçı politikalara destek sağlayan yeni nifak odaklarının ortaya çıkmasına sebep güvenlik sorunları haline gelmiştir. Bu durumun “milli devlet” yapısını ve anlayışını çökerttiğini kabul etmek gerekmektedir. Bu mülteci akını, ülke halkının bir kısmının da işsiz kalmasına yol açtığı gibi, çalışma şartlarının daha iyi hale getirilmesi sürecini tersine çevirmiş, işveren kesimin işçi kesimi üzerindeki tahakkümünü arttırmıştır.
16. AK Parti hükümetlerinin yandaş bürokrat sınıfı oluşturma çabaları, akrabalık, ayırımcılığı ve kayırımcılığıyla, bürokratik sistemin sağlıklı işleyişinin gereği olan tahsil, kıdem ve liyakat esaslarına uyulmaması sonucu, devlete ve yasalara değil, amire itaat ve sadakati esas alan vasıfsız ve niteliksiz bir yeni bürokratik sınıfın oluşmasını sağlamıştır. Ehliyetsiz ve liyakati kuşkulu bir memur zümresi vazifesini ikmalde mütereddit, vazifesini ihmalde mahir bir tutum ile, devlet dairelerinin kapılarını vatandaşa kapalı, yandaşlara açık bir kale getirmiştir. Bu ise rüşvet ve iltimas çarkının dönmesini sağlayan bir “muharrik güç” haline gelmiştir.
17. Türkiye’nin geleceğinin teminatı olacak hızlı tren, raylı sistem, duble yollar, muazzam konut edindirme projeleri, tüm illere hava alanı projeleri ve hava ulaşımının tüm illere yaygınlaştırılması, sağlık sektöründeki kara ve hava ambülans hizmetleri, tüm sosyal güvenlik kurumları ile sağlık sigorta sisteminin birleştirilmesi ve yaygınlaştırılması ile İstanbul’a yeni hava limanı, kıtaları kara ve demiryolu ile bütünleştirecek projeler ülkenin geri dönülemez ileri bir noktaya geldiğinin somut kanıtlarıdır. Bu imar ve inşa faaliyetleri esnasında, tahsil-kıdem-liyakat unsurları gözetilerek devlet bürokratik sisteminin iyileştirilmesi gecikilmeden ele alınmalı ve hızla gerçekleştirilmelidir.
18. Ülkemiz, tüm komşu ülkelerle savaş durumu halinde sorunlu ve tamamen kuşatılmış bir “ada ülke” konumundadır. Fiilen içeride ve dışarıda savaş şartları hüküm sürmektedir. Bu durumun sürdürülemeyeceği, ödenen bedellerin yükü altında devletin ve Milletin ezildiği görülmektedir. ABD ile “vekalet savaşı” sürmekte, Rusya ile ağır bedeller ödenen bir gerginlik dönemi sonunda ilişkiler düzeltilme aşamasına gelinmişken bu defa tüm dış ekonomik ilişkilerimizin % 50'sini kapsayan AB ile ilişkiler, ortaklık müzakereleri göz önüne alındığında, dondurulma noktasına gelmiştir. Tüm bu ülkelerle ilişkilerin düzeltilebilmesi kısa dönemde mümkün görülmemektedir.
19. Ülkenin adalet ve kişi temel hak ve özgürlüklerine dayalı, mesken masuniyetini esas alan, hak ve hukuk önünde akan suların durduğu, eğitimde ve istihdamda eşitliği uygulayan yeni bir sistem yapılanmasına ihtiyacı vardır. Dünyada gelişen ve yaygınlaşan, otokratik, polis devleti anlayışı yerine halkını topyekun kucaklayan yeni bir yönetim ve hem yönetenlerin hem de yönetilenlerin hesap verilebilirlik bakımından; “kanunlar önünde herkesin eşit olduğu” anlayışının, kimsenin keyfine bırakılmadan uygulandığı, yasama-yürütme-yargı erklerinin birbirinden bağımsız olmakla birlikte, eşit düzlemde birbirlerini denetleyebildiği yeni bir yönetim anlayışının hukuki temellerini tahkim etme sorumluluğumuz bulunmaktadır.
20. Herkese iş ve herkese aş temel amacı doğrultusunda, ülkenin tüm kaynakları verimli bir şekilde ve üretim ağırlıklı bir yapılanma, para sistemi de yeniden kurgulanarak hayata geçirilmelidir. Bunun için öncelikli olarak, son 30 yılda yapılan tüm özelleştirmeler yeniden gözden geçirilmeli, özelleştirlen kurum ve kuruluşların akibeti sorgulanarak, milli servet kaybına sebep olunmuşsa sorumlulardan hesap sorulmalı ve yeniden devletleştirme işlemleri derhal yapılarak, yeniden kamuya kazandırılmalı ve yeni teknolojik gerekler esas alınarak yeniden yapılandırılmalıdır.
Ankara; Zeki ŞAHİN, Akademisyen-İşletmeci-Ekonomist.21 Kasım 2018
ENFLASYONİST EKONOMİ POLİTİKASINA DÖNÜŞ
Bir ülkede ekonomik yapı, toplumun her kesiminin, kuralları yazılı veya yazısız olarak belirlendiği biçimde ve herkesin hakkına razı olarak, bir diğerinin hukukuna tecavüz etmeden mal ve hizmet ürettiği ve bunların karşılığını geçerli para ile veya ölçülebilir herhangi bir geçerliliği kabul edilmiş bir değer olarak aldığı bir sistemde, bir diğeriyle uyumlu ve birbirini tamamlayarak çalışan mekanizmaların bütünüdür. Bu sistemi değişik enstrümanların bir araya geldiği bir orkestraya ya da farklı fonksiyonları olan muhtelif organların oluşturduğu herhangi bir canlı organizmaya benzetebiliriz. Nasıl ki orkestrada farklı sesleri dile getiren değişik tür ve sayıda enstrümanlar aynı besteyi icra ederse ve canlı bir organizmada farklı organların, bütünü korumak ve yaşamayı sürdürmek için üstlendiği değişik görevler varsa ve nasıl ki orkestrada şef, organizmada ise beyin tüm sistemi sevk ve idare ediyorsa ve böylece duruma ve amaca uygun hareket sağlanıyorsa; ekonomik sistem de yalnızca farklı sektörlerin basit bir bileşeni değil, aynı zamanda sosyolojik, politik ve teknolojik faktörlerin de dahil olduğu çok karmaşık bir ilişkiler sistemidir bu sistemde de, orkestrada şefin, organizmada beyinin icra ettiği fonksiyonu üstlenen bir koordinasyon ve kontrol mekanizmasına ihtiyaç vardır... Orkestranın başarısı veya başarısızlığı sadece orkestra şefinin bilgi ve beceri düzeyi ile değil; orkestra elemanlarının eğitim düzeyi enstrümanlardaki akord ve diğer fiziki koşullara da bağlı olduğu gibi, canlıorganizmanın sağlığının beyinde veya diğer organlarında sistemin düzgün çalışmasını engelleyen herhangi bir enfeksiyon veya travma nedeniyle bozulması gibi, ekonomik sistemi oluşturan parçalarda da bozulmalar ortaya çıkabilir ve uyum bozulabilir veya verim azalabilir. Böyle bir durumda problemin tespit, tahlil, teşhis ve tedavi süreci başlatılır. Ekonomik düzen, birbirine bağlı ve farklı faaliyetlerin ortaya koyduğu karmaşık yapısı ile bir senkronizasyon bozukluğunu uzun süre taşıyamaz ve zincirleme bir reaksiyonlar biçiminde tüm sistem çöküntü içine girer. Ekonomik sistem bileşenlerinden birinde ortaya çıkan bir bozukluk sosyal ve siyasal yapıda da çözülmeye ve bu da gelişmeyi engelleyerek, önce teknolojide ve sonra her şeyde genel bir gerileme sürecine girilmesine neden olur.
Ülkemizin en ciddi ve çözüme muhtaç sorunu enflasyon
Ülkemizin en ciddi ve çözüme muhtaç sorunu olan “enflasyon”; ekonomi biliminin en önemli parametrelerinden birisidir ve 40 yıldır Türk Milletine anlatıldığı ve halkın aldatılarak soyulmasının kaderi olduğuna inandırıldığı gibi, nereden geldiği belli olmayan bir ucube ve kendiliğinden zuhur eden baş edilemez yedi başlı bir canavar değil, tam aksine, “ölçülebilir, kontrol edilebilir ve bir kesimden diğer kesime servet transferi” amacıyla Hükümetlerce kullanılan bir araçtır. Enflasyon, gelişmiş ülkeler halklarının sosyal kesimler arasında yüzyıllar süren büyük savaşların sonucunda ulaştığı “social consensus-sosyal uzlaşma” sayesinde, işlevsel bir demokratik sistemini kurmuş ve sömürge ya da yarı sömürge olmayan ülkelerde çok düşük, hakim sınıflarla vuruşularak hak edilmiş bir “demokratik” düzen kuramamışülkelerde, müstemleke ya da yarı müstemleke halinde,demokratik olmayan veya güdümlü ürünü hükümetler tarafından, ekonomik sistem içinde belli bir kesime diğer kesimlerden değer aktarmak yani servet transferi yapmak için kullanılan, toplumun tüm değerler sistemini, birlik-beraberlik-kardeşlik ve adalet anlayışını yok eden en tehlikeli, fakat bu amaçlara uygun olarak kullanılabilen ve tahrip gücü en yüksek bir silahtır. Bu aracın-silahın hükümetler tarafından kötü niyetle kullanılması ekonominin sinir sistemini kısa zamanda felç eder ve sistemde genel bir çöküntü yaratır ve bu çöküntü “ekonomik krizler” şeklinde, her defasında bilhassa orta sınıf ve alt orta sınıf üzerindeki yıkım etkisi daha şiddetli bir biçimde ortaya çıkar. Hele fakir-fukara ile garip-guraba enflasyonist politikalarla daha rezil ve sefil bir hayata mahkum olur.
Enflasyona dayalı gelişme(!) politikası, sosyal uzlaşmayı ve adaleti sağlayamamış, gelişememiş veya gelişmekte olan ülkelerde uygulanmaktadır. Bu ülkeler Arjantin, Brezilya, Meksika, Şili ve sair Orta ve Güney Amerika ülkeleriyle Orta Doğu ve Güneydoğu Asya ve bazı Afrika ülkeleri gibi karmaşık demografik yapıya sahip Devletlerde iktidarı ele geçiren güçler tarafından, muhalefet eden veya etmeyen diğer taraflar aleyhine, kendilerini zenginleştirmek ve diğerlerini fakirleştirmek için, en etkili ve ucunda susturucu takılı, sessiz bir silah olarak kullanılmaktadır.
Avrupa Birliğine katılan ülkelerde, Maastritcht kriterlerinin zorunlu kıldığı üst yasalar ve anlaşmalarla sağlanmış sosyal uzlaşma sonucu iki haneli enflasyon rakamları tek haneli rakamlara düşürülmüş bulunmaktadır. Bunun tek istisnası Türkiye’dir ve Hükümetler büyük bir özenle Maastritcht kriterlerinden söz etmez ve ettirmez iken, Kopenhag kriterlerini ısıtıp ısıtıp kamuoyunun gündemine kışkırtıcı bir biçimde getirmeyi, asıl somut olaylarla dolu gündemi saklayarak, üzerinde toplumun geneli veya çoğunluğu tarafından asla uzlaşılması mümkün olmayan soyut kavramları, halkı bununla birbirine düşürerek oyalamayı “her dönem için geçerli” bir taktik olarak benimseyerek kullanmayı uygun görmektedirler.
Sosyal uzlaşmaya sahip iken enflasyona dayalı politika uygulayan tek ülke İsrail’dir ve bu yıkıcı etkisi son derecede yüksek olan ekonomik silahı, 1967 savaşı ile “zoraki vatandaş” olarak ilhak ettiği Filistin ahalisinin taşınır ve taşınmaz mal ve mülkünü gasp etmek için kullanmışancak bu arada, hemen hemen tamamı şu veya bu şekilde maaşlı Devlet görevlisi olan, İsraillileri kendi icatları “eşel-mobil” sistemi ile korumuştur. Filistinliler yeteri kadar fakirleştirildikten ve ekonomik mukavemet gücü kırıldıktan sonra, uygulanan bu yüksek enflasyon politikası, amaç hasıl olduğu için, derhal terk edilerek normale dönülmüştür.
Enflasyonun ekonomik sistemdeki etkisini ve sonuçlarını, organizmada ortaya çıkan bir kanser tümörüne benzetebiliriz. Toplumun belirli kesimlerine servet transferi amacıyla uygulanan bir enflasyonist politika ile aşırı beslenen kesim anormal olarak büyür ve organizmanın normal dengesini bozarak hastalanmasına ve sürüm sürüm sürünmesine yol açar. Bu halkına düşman kesimin tek endişesi sosyal patlamadır. Onu da düzmece ideolojiler ortaya atarak, halkta hiçbir karşılığı olmayan, sarı sendika karşılığı sahte muhalefet grupları ve partilerli ortaya çıkarıp medyada bunları parlatarak halkın gazını almak için kullanırlar. Toplumda var olan Bu kanserli bölge tedavi edilmezse, uzun vadede kanserin “öldürücü” etkisini engellemek imkansızdır. Organizmanın ölümü, organizmanın türüne ve hastalıklara karşı dayanma gücüne göre değişir. Bazan ölüm birden gelir. Bazan hastalık yıllarca sürebilir veya zayıflayan organizma, normal koşullarda öldürücü etkisi olmayan başka bir nedenle, “zamansız” da ölebilir. Hastanın ameliyatı ile bozulmuş kısım vücuttan çıkarılır. Ekonomide bunun anlamı“dışarıya para ve servet transferidir”. Bazı durumlarda hasta ameliyat edilmez ve çok pahalı ilaç ve ışın tedavisine ihtiyaç olur. Bunun ekonomik ifadesi “iç ve dış borçlanmadır”. Her iki durumda da tam bir iyileşmeden söz edilemez ve vücut eski gücüne asla kavuşamaz ve aslında kavuşmasına izin verilmez.
Enflasyon ile servet aktarılan toplum kesimini insan vücuduna girmiş bir bağırsak parazitine de benzetebiliriz. Alınan gıdaların çoğu bağırsak paraziti tarafından emildiği için, alınan tüm besleyici gıdalara rağmen, vücut hasta ve çelimsiz görünür. Bağırsak paraziti ise semirdikçe semirmektedir ancak parazit semirdikçe daha fazla besine ihtiyaç duyar ve vücudun beslenmesine daha az besin kalır. Alınan tüm gıdalara rağmen sadece parazit büyüdükçe büyür ve vücut daha da güçsüz ve çelimsiz kalır. Vücut yaşadıkça parazit gelişir de gelişir ve vücudun zafiyeti onu hiç etkilemez. Bu durumun ekonomik izahı ise “içimizdeki Danimarka” da denilen ve enflasyonist politikalarla semirtilmiş kesimin, alınan iç ve dış borçların daha çoğunu emerek gittikçe semirmesi ve ülke ekonomisinin yatırım ve üretim eksikliği yüzünden daha kırılgan ve güçsüz, bu kesimin dışında kalanların ise daha fakir ve yoksul hale gelmesidir.
Son yapılan hesaplamalara göre, Türkiye’de kişi başına düşen ulusal gelirin 14.000 USD olduğu görülmektedir. Bu zenginliğin 12.000 USD kadar miktarı “bağırsak parazitleri” tarafından emildiği için, halkın büyük çoğunluğunun 2000 USD civarında bir kişi başına ulusal gelir düzeyine, istese de istemese de razı edildiği sonucu çıkmaktadır. Gerçekten fiili durum da budur.
İş başına gelen hükümetler, halkın beklentilerini ve haklı taleplerini kısıtlamak için, ülkeyi olduğundan fakir göstermekte ve “enkaz devraldık” edebiyatı yapmakta yarışırlar.
Acı gerçek ise ülkede % 1 nüfusa sahip bir kesimin, ulusal servetin % 80 kadarını kontrol ediyor olmasıdır. Soyal yardım olmadığı takdirde yaşama gücü kalmamış 44 milyon insanın sürekli ve makul düzeyde gelir getirecek hiç bir işi gücü ve yarını yoktur. 44 milyon insan, asgari ücret ile aile geçindirmeye mahkum edilmiştir.
ENFLASYONUN ACI BİLANÇOSU
Türkiye ekonomisi, bilinçli bir şekilde ve sistemli olarak, tam bir jenerasyon ömrünü kapsayacak zaman aralığı boyunca, güdümlü demokrasinin “şahsi emellerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit etmiş bedhahları” tarafından temsil edilen Hükümetleri eliyle, enflasyon aracının Türk Milletine karşı insafsızca kullanıldığı ve kendini besleyen canavara dönüştürüldüğü, mevcutlarına el konulduğu yetmiyormuş gibi, iç ve dış borçlanma politikaları ile geleceğine de ipotek konulduğu, umutların tüketildiği, toplumun büyük çoğunluğunun iş ve aş bulma konusunda çaresizlik içinde bırakıldığı, insanların “yarın” endişesi içinde bırakılarak, insan psikolojisinin en alt basamağı olan “sadece hayatta kalmak ve bunun için gerekli olan fizyolojik ihtiyaçlarının tatminine yönelmek” derecesine alçaltılmasına yani “hayvanlaştırılmasına” ve bunun sonucu olarak; “güvenlik” ve “aidiyet” ihtiyaç psikolojisinden uzaklaştırılmasına ve bu şekilde “insan” ve “millet olma” bilincinin törpülenmesine, “mandacı” ruh haline sokulmasına ve tüm “emperyalist” saldırılara karşı kendini savunma refleksinin bertaraf edilerek, “savunmasız” ve “açık hedef” haline getirilmesine yol açılmıştır.
Bugün toplumun büyük çoğunluğu, ekonomik krizlerle destekli, büyük bir psikolojik savaş harekatından “mağlup” olarak çıkmıştır. Bugün halk arasında, “vatan-millet-Sakarya” tekerlemesi dillerde bir “istihza ve sinkaf” malzemesi olarak kullanılmaktadır.
Bir süre AB-Avrupa Birliği Maastricht Kriterlerine uyacağı izlenimini veren AKP Hükümetleri, iç ve dış güç odaklarının baskıları ve iktidara daha uzun süre daha tutunma tutkusu ve hatta mecburiyeti sebebiyle iki dönemdir gizlice enflasyonist ekonomi politika uygulayarak ve Başkanlık Sistemi ile de bunu adeta milletin burnuna zorla dayayarak sürdürmeyi tercih etmiştir.
Enflasyonist ekonomik politika ve yüksek döviz kuru uygulaması sadece ve sadece zengini daha zengin ve fakiri daha fakir yapan ve müstemleke ahalisini “bir lokma bir hırka” ile yaşamağa mahkum eden efendi/köle düzenidir. Bu düzeni yeni ayağını ve zımnı kabulünü Hükümet "Kıraathane" ile ortaya koymuştur. Tüm dünyada "sınıfsız toplum" olarak bilinen Türk Milleti "fakir/zengin" olarak "cebren ve hile ile" iki ayrı sınıfa bölünmek istenmektedir.
Ankara; Zeki ŞAHİN, Akademisyen-İşletmeci-Ekonomist.21 Kasım 2018
ZEKI SAHIN <zekisahin@yahoo.com>

10 Kasım 2018 Cumartesi

BU "ADAM"I (MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'Ü) NASIL SEV(E)MİYORSUNUZ?.. Selcan Taşçı YENİÇAĞ

BU "ADAM"I (MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'Ü) NASIL SEV(E)MİYORSUNUZ?..
Selcan Taşçı & YENİÇAĞ, 10 Kasım 2018
Ağva'ya bağlı Çanaklı Köyü'nün kadınlarını bir araya toplayıp anadan doğma kalana kadar soydular. Çırılçıplak halde kocalarının katledilişini izlemeye zorlanan kadınlar, sonrasında toplu tecavüze uğradılar. Küpelerini almak için kulakları, bileziklerini almak için bilekleri, yüzüklerini almak için parmakları kesildi; acıyla kıvranarak can verdiler.
***
Ateşe verilen Hacı İsmail Köyü ve erkekleri iple bağlanıp yatırılarak kurbanlık koyun gibi kesilen Karadere Köyü'nün kadınlarına tecavüz ettiler.
***
İmranlar Köyü'nde, ırzlarına geçmek üzere bütün kadınları bir eve topladılar; kendilerini korumaya çalışanları lime lime doğradılar.
***
Tekkeler Köyü'nde bacaklarından asılan on beş genç kızı, insan aklının alamayacağı işkenceler yaparak öldürdüler.
***
Karamandıra Köyü'nde yağmaya direnen Hacı Mustafa'yı kurşuna dizip karısının ve kızının ırzına geçtiler. Irzına geçtikleri kızı, yaraladıkları bir ata bağladılar, at can havliyle oradan oraya koştukça kız parçalara ayrıldı.
***
Çınarcık'ta, erkek çocukları, annelerine tecavüz etmeye zorladılar. Yaptıramayınca hepsini süngülediler. Kadınların karınlarını yarıp, kundaktaki bebekleri yardıkları karınlarına gömdüler.
***
İzmir rıhtımında eşlerinden veya oğullarından haber bekleyen kadınların çarşaflarını yırttılar, hakaret ederek yerlerde sürüklediler...
***
Maraş'ta, hamamdan çıkan kadınlara sarkıntılık yaptılar, peçelerini yırttılar...
***
Karacaali'de, köyün kadınlarına kocalarının gözleri önünde tecavüz edip kurşuna dizdiler.
***
Bu satırlar Hâkimiyeti Millîye'den: "Yunanlıların kadınlara ve kızlara yaptıkları tecavüz, üzerinden yüzyıllar geçse, kendilerini Türklere affettirmek için her şeyi yapsalar, bunu başaramazlar. Binlerce masum kız Yunanlıların eline düşmektense, kurşunla, süngüyle, ateşle ölümü tercih etmişlerdir."
***
İkna olmayan, "resmî tarih(!)"in parçası bulan, inanmayanlar için, bu satırlar da bizatihi işgalciler, işkenceciler, tecavüzcülerle soydaş olan yabancı bir "kadın" gazeteci Berthe G. Gaulis'den:
"Bilecik bir felaket ve acılar diyarı... Henüz dumanı tüten taş yığınları altında kim bilir ne kadar insan cesedi yatıyor... Tecavüze uğramamış genç kız veya kadın kalmamış... Biraz ötede, kızını kurtarmak isterken, kafasına taşla vurularak öldürülmüş bir ihtiyarın mezarı..."
***
Belki de bu nedenle, yani "işgal"in ne demek olduğunu en önce, en çok ve en fena biçimde onlar anladığı için, Türk Kurtuluş Savaşı'nın, Millî Mücadele'nin, Kuvayı Millîye'nin -yahut siz nasıl anıyorsanız o direniş günlerinin- "büyük hainleri" arasında bir tek "Türk kadını" yoktur!
Onlar o sırada "hainlere" karşı yazılacak bir "destan"ın ön sözünü inşa etmekle meşguldür!
Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasının ardından "Mebuslar" teslim bayrağı çekerken gazetelere yolladıkları "Millî haklarımızı ve ismetimizi koruyacak hükümet ve erkek yoksa, biz varız" ilanlarıyla eli silah tutan Türk erkeklerine tarihî bir ders verirler mesela!
TBMM başkanlığına gönderdikleri, "Erkekler vazifesini yapmayacak, dinlerini ve vatanlarını, zevce ve hemşirelerini muhafaza etmeyecek kadar aciz ve ilgisiz iseler, düşmana karşı koymak için bize izin versinler. Yalnız topraklara gömerek paslandırdıkları silahları bize versinler. Irzımızı, namusumuzu, iffet ve ismetimizi biz kendi ellerimizle müdafaa edeceğiz" dilekçesiyle, vatan savunmasından kaçanları, yüzlerine tükürmekten beter ederler!
Sultanahmet'ten Kastamonu'ya, Üsküdar'dan Bursa'ya memleketin her yanında "biz kadınlar bu hak cihadında en önde olacağız" diye onlar haykırırlar!
***
Bütün bunlar olur, sadece Anadolu'da değil, Türk kadınları mütareke İstanbul'unda da sarhoş işgalci askerlere meze olmaya, üstelik de "gönüllü meze!" olmaya zorlanırken, onların dramına, çığlık atsalar duyacakları mesafedeki "saray"ında oturan Vahdettin, "işgal güçleri hangi dinden ve milletten olursa olsun onlara Türk misafirperverliği gösterilmesini" buyurur... Atatürk ise, "düşman kaçarken, kadınlarınızı ve çocuklarınızı dağlara ve emin yerlere saklayınız" diye bildiri yayınlıyordur!
Padişah, varlığını "Allah'tan sonra işgalci İngilizlere" emanet ediyorken, Mustafa Kemal kadınların sadece ırzını ve canını kurtarmakla değil, vatanı o mezalimden kurtarıp bağımsızlaştırmak ve onlardan doğacak kız çocuklarının, kız torunlarının yerlerde sürüklenmeyip omuzlarda yükseltileceği bir rejimin temellerini atıyordur!
Hâl böyleyken...
Başka hiç kimseye değil sözüm, bu ülkenin Atatürk'e hakareti, Cumhuriyet'le savaşı marifet sayan kadınlarına bugün;
Siz, nasıl yapabiliyorsunuz?
Nasıl oluyor da, böyle bir "ADAM"ı sev(e)miyorsunuz?😪
Selcan Taşçı/ YENİÇAĞ

9 Kasım 2018 Cuma

Cumhurbaşkanına Açık Mektup "SEMA MARAŞLI" (Ahmet Doğan Şimşek-Zeki Kentel) - Yazdığı çocuk kitapları ile tanınan Sema Maraşlı 'çocuk ve aile' sitesinde "zulümler kanun vasıtasıyla yapılıyor" diyerek 'Cumhurbaşkanına Açık Mektup' başlığıyla bir yazı kaleme aldı

Cumhurbaşkanına Açık Mektup
 [Yazışma arkadaşımızdan birinden gelen dikkatimi çektiği için paylaşmak istediğim bir yazı. Ahmet Doğan Şimşek-Zeki Kentel <zkentel@gmail.com>, 9 Kas 2018 Cum, 09:50 tarihinde şunu yazdı: Cumhurbaşkanına Açık Mektup; Yazdığı çocuk kitapları ile tanınan Sema Maraşlı 'çocuk ve aile' sitesinde "zulümler kanun vasıtasıyla yapılıyor" diyerek 'Cumhurbaşkanına Açık Mektup' başlığıyla bir yazı kaleme aldı
***
Sayın Cumhurbaşkanım!
Güzel ülkemizde maalesef ki çok kötü şeyler oluyor. Büyük Zulümler var ve insanların sizden umudu var.. “Cumhurbaşkanımız bilseydi bunlara izin vermezdi, haberi olmuyor, danışmanları haber vermiyor” diye düşünüp size ulaşamamanın ıstırabını yaşıyorlar. Hem onların sesi olmak hem de tarihe bir not düşülmesi için size bu mektubu yazıyorum.
Sözü çok uzatmadan zulümleri ana başlıkları ile yazacağım.
Ana problem şu ki bu zulümler kanunlar vasıtası ile yapılıyor.
Bunun daha vahimi de bu kanunlar adalet temeli üzerine kurulmuş değil, bir avuç din ve devlet düşmanı insanın kışkırtması ile medyanın algı operasyonu yapması üzerine onları susturmak için yapılmış kanunlar.
Bir kısmı da biricik dostumuz görünen Avrupa Birliği’ne girebilmek için yapılmış kanunlar. Biz onlara benzemeden bizi Avrupa Birliğine almayacaklar. Biz onlara benzemek istemiyoruz. Müslüman bir halkı Müslüman olmayan bir halka benzetmenin vebali maddi ve manevi çok ağır olur. Biz aile kurumu bitmiş, eşcinsel evliliklerin yaygınlaştığı, intiharların normal sayıldığı bunalıma girmiş Avrupa ülkelerinden biri olmak istemiyoruz.
Her ne sebeple çıkarılmış olursa olsun zulüm kanunlarının bu ülke halkına faturası çok ağır oluyor.
Yazacağım bu zulüm kanunlarını öncelikle Cumhurbaşkanı olduğunuzu unutup “ben herhangi bir vatandaş olsaydım ve bu kanunlar bana uygulansaydı ne hissederdim” diye okumanızı ve ardından “bu kanunlar onun döneminde çıkmış ve imzası olan bir lider bunun hesabını Allah’a nasıl verir” diye muhasebe yapmazınız istirham ediyorum.
6284 zulüm kanunu ile başlayalım.
Sayın Cumhurbaşkanım!
Basit bir karı-koca tartışması sonucu sizi karınız bir telefonla hiç evinizden attırdı mı? Polisler kolunuzda, çocuklarınızın ve komşuların gözü önünde adi bir suçlu gibi mahallenizden çıkarıldınız mı? Evinize, evlatlarınıza aylarca yaklaşmama cezası verildi mi? Sokaklarda kalıp nereye gidemeyeceğinizi bilemediğiniz oldu mu? En yakınlarınıza bile evinizden atılmış olmanın utancı ile yutkunup derdinizi söyleyemediğiniz oldu mu? Karınızı arayıp “Barışalım ya da çocuklar nasıl?” dediğiniz için hapse girdiğiniz oldu mu?
Bu kanunlar sizin döneminizde çıktığı için size olmamıştır fakat bu ülkede yüz binlerce erkek bir telefonla suçsuz yere evinden atıldı, bu zulmü yaşadı ve yaşıyor. Delilsiz ve belgesiz, kadına herhangi bir şiddet uygulamadığı halde tartışmada karşılıklı bağrıştıkları halde psikolojik şiddet bahanesi ile erkekler evlerinden atılıyor. Karısı ile barışmak isterse para cezası, hapis cezası veriliyor. Bu ülke bizim ülkemiz. Bu yapılanlar anayasa ve insan haklarına aykırı, İslam’a zaten aykırı.
“Kadına şiddeti bitirmek” gibi masum görünen, kuzu postuna bürünmüş kurt misali bu kanun çıktığından beri kadına şiddet hiç olmadığı kadar arttı. Yapılan haksızlıklar karşısında cinnet geçiren erkekler şiddete yöneldi. Kadın korunmak isteniyorsa bunun yolu asla bu olamaz.
Devletin elinde onlarca medya organı var. Medya artık şiddeti artırmak için değil, merhameti artırmak, sevgiyi çoğaltmak için çalışsa neler olur neler…Diziler, filmler, faydalı programlar, ülke çapında yapılacak sevgi, saygı, muhabbet gibi konularda yapılacak yarışmalar, teşvikler …
Sayın Cumhurbaşkanım!
Bir zulüm kanunu da “Nafaka Kanunu” Boşanmış bir karı kocayı nafaka bağı ile birbirine bağlamak, erkeği artık ona yabancı olan bir kadını beslemek zorunda bırakmak ve bir yabancıya karşı borç altında tutmak, yeni bir hayat yeni bir evlilik kurmasına engel olmak… Belli bir yaşı geçmiş evladına bile nafaka vermek zorunda olmayıp, yüzünü unuttuğu eski karısının geçimini sağlamak zorunda olmak… Ödeyemezse hapse girmek… Mal rejimi kanunu ile kazancının emeğinin yarısını artık yabancı olmuş birine bırakmak….Bu zulmü yüz binlerce insan yaşıyor.
Boşanma davası açıp karşı taraf problem çıkardığı için on yıl süren boşanma davaları var. Bu da ayrı bir zulüm. Toplumsal çürümeye sebep oluyor. Evlilik ve boşanma zor olunca insanlar alternatif çözümlere bakıyorlar. Ülkede zina arttı, fuhuş arttı, eşcinsellik arttı… Boşanma ile ilgili zulümlerin bitmesi lazım. Kadını korumanın yolu erkeğe zulmetmek olmamalı. Kadınlar yanlış bir yöntemle korunmaya çalışılırken hem kadınlara hem çocuklara hem de erkeklere zulmediliyor.
“Çocuk haczi” diye bir utanç yaşanıyor bu ülkede. Anne boşanma sonrası çocuğu babaya göstermek istemezse baba, çocuğunu para ödeyip bir ekiple mal gibi haczedip görebiliyor. Bu çocuğun psikolojisi, duygularının anne tarafından istismarı belki bir ömür yara olarak hayatını etkileyecek. Haciz parası olmadığı için çocuğunu göremeyen babaların acısı ise hepimizin yüreğini yaralamalı.
Sayın Cumhurbaşkanım!
“Cinsiyet eşitliği” adı altında dinimizce lanetlenen “kadın ve erkeği birbirine benzetme” çalışmaları başta Milli Eğitim kitapları olmak üzere bir devlet politikası olarak uygulanıyor. Nesilleri bozmaya yönelik bu çalışmalar acilen durdurulmalı. Yoksa gençliğe faturası çok ağır olur.
Sayın Cumhurbaşkanım!
Cinsel istismar konusu şu anda en mühim problem gibi duruyor. Fakat bunun çözümü seçim öncesi mecliste imzaya açılıp seçim sebebiyle imzası tamamlanmamış olan kanun değil. Bu kanun kabul edilirse konuyu daha da içinden çıkılmaz hale getirir. İçinde adalet gözetilmeden hazırlanmış bir kanun adaleti de sağlayamaz. Tabii istenilen adaletse.
Cinsel istismar yasa tasarısına göre yine sadece kadın beyanı ile delilsiz, şahitsiz cezalar verilecek. Şimdiden 6284 e dayandırılarak bu cezalar veriliyor. Burada iki problem var. Birincisi tek taraflı beyan ile adalet sağlanmaz.
İkincisi taciz ve tecavüz “cinsel istismar” adı altında aynı kefeye konuyor. Taciz ve tecavüz arasında çok büyük fark vardır ve ikisine de birbirine yakın cezalar verilmesi öncelikle adaletle bağdaşmaz.
Tacizin kapsamı çok geniştir; bir söz bile taciz sayılabiliyor ya da bir dokunma. Ayrıca taciz kişilerin algılamasına göre değişir. Bir kişi için normal olan bir davranış, başka bir kişi için taciz sayılabilir. Oysa tecavüz tecavüzdür ve ispatlanması da kolaydır, bir sağlık kuruluşuna gidilmesi yeterlidir. Tecavüz çok ağır bir saldırıdır ve asla tacizle bir tutulamaz.
Cinsel istismar adı altında ikisinin bir tutulması, cezaların yakın olmasının pek çok mahsurları vardır hatta tecavüzün artmasına sebep olabilir. Cezalar suça göre olmalıdır. Yoksa aksi sonuçlar çıkar.
Ayrıca 18 yaş altı dini nikahla gönüllü genç evlilik yapanların erkeklerin tecavüzcü diye hapse atılıp ağır cezalar alması her yerde geçerli olan kadın beyanının (ben gönüllü evlendim demesi) burada geçerli olmaması ve genç evlenen kızları sen çocuksun deyip kocalarından koparılıp çocukları ile ortada kalmalarının vebalini bizler nasıl ödeyeceğiz. Müslüman bir ülke olarak zina serbestken evlenenlerin genç evlendi diye hapse atılmasının istismarla yargılanmasının utancı bana ağır geliyor..
Taciz ve tecavüzün “cinsel istismar” adı altında aynı kefeye konması adalet terazisini bozar hatta bozdu da. Binlerce insan iftira ile cezaevlerinde hem de on beş yirmi yıl gibi ağır cezalarla mahkum edildiler. Meclisteki tasarı geçerse bu cezalar yirmi yıldan kırk yıla kadar çıkacak. Genç evlenenler de bu ağır cezalarla yargılanıp mahkum olacak.
Tek taraflı kadın beyanı ile ve taciz iddiası ile insanlara bu kadar ağır cezalar verilmesi hangi adalet sisteminde hangi ülkede var! Kadınlar kendileri üzerinden ya da kız çocuklarını kullanarak hoşlanmadıkları ya da aralarında husumet olan kişilere iftira atıp karşıdaki kişinin hayatını bitiriyorlar kanun eliyle.
Sayın Cumhurbaşkanım!
Bu ülkede iftiralar yeni geçim kapısı olmaya başladı. Kız öğrenciler öğretmenleri tehdit ediyor “istediğim notu vermezseniz cinsel istismar iftirası atarım” diye tehdide boyan eğmeyenler hapiste. Ve iftira atarım istediğim parayı vermezsen diye pek çok kimse tehdit ediliyor ve hayır dediğinde istismar gibi adi bir suçla kendini hapiste buluyor. Bir erkeğin ve ailesinin hayatının kayması, toplum nezdinde haysiyetinin bitmesi bir kadının birkaç cümlesine bağlı; delilsiz, ispatsız. İnsanların haysiyeti bu kadar ucuz olmamalı.
Hele meclisteki tasarıya göre “mağdurum” diye başvuran kişinin ifadesinin hakim ve savcı tarafından değil de üniversitelerde kadın hakları adı altında toplanmış feministlerin de alabilecek olmasının getireceği felaketleri düşünmek bile istemiyorum.
İftiralar cezalandırılmadığı gibi yakında bir de ödüllendirilecek gibi görünüyor. Adalet Bakanlığı Mağdur Haklarının hazırladığı yine seçim sebebi ile bu döneme kalan tasarıya göre, taciz iddiasında bulunan kişiye en az, brüt asgari ücretin dört katına kadar ödeme yapılacak ve bu alt limit asgari ücretin otuz katına kadar artabilecek. Ki tasarının ilk hali daha kötüydü istismar iddiasında bulunan kişiler (her iddia kanuna göre gerçek sayıldığı için) devlet memuru olabilecekti. İftira atan kadınlara sınavsız devlet memuru olma kapısı açılacaktı.
Kanun çıkmasın diye gösterdiğimiz gayretler neticesi taslak çekildi ve düzenlenmiş hali bu ve oldukça kötü. Asgari ücretin dört katı para ile iftira atanlar ödüllendirilmiş olacak. “At iftirayı al parayı” olacak.Paraya ihtiyacı olan iftira atacak. Eğer gerçek mağdurlara yardım düşünülüyorsa bu bir vakıf üzerinden yapılabilir. Ya da “kadınlar adına çalışma” adı altında Avrupa fonundan milyonlarca para alan kadın dernekleri yardım etsinler mağdur kadınlara. Devletin böyle bir maddi yardım yapması ancak iftiraları artırır.
Yine mecliste çalışmaları yapılan seçim sebebiyle henüz imzalanmamış olan torba yasaya eklenecek olan 657 nolu kanun düzenlemesi de eğer meclisten geçerse cinsel istismar iftiraları yüzde yedi yüz artar. Kanuna göre iş yerinde kadınları üzmek vatana ihanet sayılacak ve kişi işinden atılacak ve bir daha devlet memuru olamayacak.
İş yerinde bir erkeğin mevkisine göz diken bir kadın Allah korkusu yoksa bunu çok rahat yapar. Bir de dindar insanlardan hoşlanmayan hatta ölesiye nefret eden bir kesim olduğunu da düşünürsek bu kanunların çıkması dindar insanları bile bile ateşe atmaktan başka bir şey olamaz.
Sayın Cumhurbaşkanım!
Mevcut kanunlarla bile Yusuflar delilsiz beyansız suçsuz yere cinsel istismar gibi ağır bir suçla zindanlarda yatıyor. Gömlekleri arkadan yırtılmış fakat yine de zindana atılmışlar. Onların gözyaşları ve bedduaları hepimizi yakar. Onlar ve aileleri sizden adalet bekliyorlar.
Yine bazı şer odakları yeni oyunlar peşinde. Planlı yapılmış gibi görünen hayvanlara eziyet, tecavüzler ve çocuk ölümleri üzerinden meclis üzerinde baskı oluşturarak zaten ağır aksak giden adalet sistemini tümden yıkmak istiyorlar.
Lütfen bu oyunlara gelmeyin. Kanunlarımız, sokağa dökülmüş devlet aleyhine slogan atan hainleri susturmak için değil adaleti tesis etmek için yapılsın. Vicdan sahibi, ön görüsü yüksek, adalet duyguları gelişmiş uzman bir ekip hazırlasın bu kanunları. Hakimler “kanunlar yüzünden adalet ve vicdanımız arasında kaldık” diyorlar. Kanunlar yapılırken kanun uygulayıcıların çoğunluğunun görüşleri de alınmalı. Mağduriyetleri en çok onlar görüyor.
Sayın Cumhurbaşkanım!
Seçim döneminde özgürlük ve adalet vaat etmiştiniz. Özgürlük hakkımı kullanarak size bu mektubu yazdım. Şimdi de mağdurlar adına adalet bekliyorum.
***
REFERANS VE KAYNAK: ahmet dogan Simsek ahmetdogan.simsek@gmail.com [A_C_A_O] <A_C_A_O@yahoogroups.com> 09 Kasım 2018 // 16:37 (8 dakika önce)
--
Sayın "TÜRKİYE İÇİN EL ELE MAİL GRUBU" grubu üyesi.
grubumuzla ilgili şikayetleriniz ve tavsiyeleriniz grup yönetimine " erzincanli.0024@gmail.com " adresimize bildirin, Grubumuzda yayınlanan iletilerin yasalar karşısında tüm sorumluluğu yazarına ve iletinin üzerinde değişiklik yapıp yayınlayan üyeye ait olacaktır, İletilerin mutlaka konu başlıklarını yazınız. İletilerinizde Başka bir grubun tanıtımı, url adresleri yada benzeri ibareler bulunması halinde o iletiler yayınlanmayacaktır.. önemle duyurulur. saygılarımızla
---
Bu iletiyi Google Grupları'ndaki "TÜRKİYE İÇİN EL ELE - HABER GRUBU" grubuna abone olduğunuz için aldınız. Bu gruba yayın göndermek için, Turkiye-icin-el-ele@googlegroups.com adresine e-posta gönderin. Bu grubu https://groups.google.com/group/Turkiye-icin-el-ele adresinde ziyaret edebilirsiniz. Bu tartışmayı web'de görüntülemek için https://groups.google.com/d/msgid/Turkiye-icin-el-ele/CAGzgV9drA8dExm0_Y_Ta%3DGp_tcnp3dBLns4v4mZZ6Ja4s%3DALZg%40mail.gmail.com adresini ziyaret edin.